
Aşkın İlk İzleri – 1.Bölüm: “Gel Beni Bul”
Karanlığın sessizliğinde, yıldızların altında bir yol kıvrılıyordu.
Hiçbir harita göstermemişti o yolu.
Ama kalp biliyordu.
Adımları usulca, yere kıvılcımlar saçarak ilerleyen o adam...
Sonsuzluğun çağrısını duymuştu.
Tepede bekleyen kadın bir ışık gibiydi.
Saçlarından süzülen ateş geceyi aydınlatıyordu.
Zaman durmuştu.
Ses yoktu.Sadece bir fısıltı:"Gel beni bul."
Ve adam yürümeye devam etti.
Çünkü o ses, geçmişten çok daha eskiydi.
O ses, kendi içindeki en derin hatıraydı.
O ses, onun ait olduğu yerdi.
“Yol seni çağırdığında, kalbin zaten oradadır.”

Aşkın İlk İzleri – 2. Bölüm:
Ormanın Kalbindeki Işık
Orman sustu.
Kalpler konuştu.
Ve masal, ikinci kez doğdu.
Kadın, ağaçların gövdesine yaslanmış,
dünya yokmuş gibi gözlerini kapamıştı.
Sanki kalbinin sesiyle ormana bir kapı açıyordu.
Adam ise uzaktan bakıyordu ona...
Tanımadan tanıyordu.
Hiç dokunmadan hissediyordu.
İki yabancı, hiç tanışmadan önce birbirini hatırlıyordu.
Bu, kaderin değil, kalbin planıydı.
Kadın gözlerini açtığında,
adam hâlâ ona bakıyordu.
Ve o anda hiç konuşmadan anlaştılar:
“Sen benim olduğum yerin hatırasısın.”
Orman bunu duydu.
Gölge biraz çekildi.
Ve ışık...
bir yapraktan yansıdı.
İkinci iz atıldı.
“Kalp kalbi tanıdığında, orman susar.”

Aşkın İlk İzleri – 3. Bölüm:
Kalbin Yolu
Ormanın kalbine vardıklarında,
artık dış sesler sustu.
Kuşlar bile daha kısık ötüyordu,
çünkü orada sadece kalbin sesi geçerliydi.
İkisi de birbirine bakmıyordu artık;
gözler gereksizdi.
Sanki çok önceden tanınmış,
çoktan sarılmış bir yerden yürüyerek gelmişlerdi.
Kadın eğildi, toprağı avuçladı.
Ağaçların köklerinden gelen bir titreşim vardı.
Adam, kediye dokundu.
Sanki bir zamanlar,
bir masalın içinden kalma bir güven
avuçlarının arasından geçmişti.
Ve o anda,
hiçbir şey söylemeden,
aynı anda içlerinden şu cümle geçti:
“İşte burası… kalbimin yolu buradan geçiyor.”
Toprak bir şey duydu.
Rüzgâr bir şey gördü.
Ve ışık… bir anlık titreşimle,
o yoldan geçti.
İkinci iz orada atıldı.
Sessizdi. Ama sonsuzdu.
"Bazı yollar, yürümek için değil… hatırlamak içindir.”

“Bazen kelimeler yetersizdir… çünkü ruh konuşur.”
Aşkın İlk İzleri – 4. Bölüm:
Sessizliğin Büyüsü
Ormanın içi sessizdi.
Ama bu sessizlik, yalnızlık değil…
varlık doluydu.
Sanki her ağaç, her yaprak,
onların etrafında nefes alıyor,
ama konuşmamaya söz vermiş gibiydi.
Kadın durdu.
Adam da…
Aynı anda gökyüzüne baktılar.
Ay kızıllaşmıştı,
kan gibi derin,
ama korkutmayan bir ışıkla.
Gözleri yukarıdaydı,
elleri birbirinde…
Birbirlerine bir şey söylemiyorlardı,
çünkü söylenecek her şey,
zaten o anda olmuştu.
Kalplerinin arasında bir yıldız geçti.
Görünmedi,
ama hissedildi.
Ve tam o anda,
kadın adama döndü,
fısıltıdan bile yumuşak bir iç sesle dedi ki:
“Sana hiçbir şey anlatamıyorum, çünkü sen zaten biliyorsun.”
Adam başını eğdi.
Kalbinin tam ortasında bir ışık yandı.
Dördüncü iz orada atıldı.
Görünmedi.
Ama bütün masal o izden doğdu.

“İlk fısıltı, sözsüz bir yemin gibi.”
Aşkın İlk İzleri – 5. Bölüm:
İlk Fısıltı
Aralarındaki gizem yerini yepyeni duygulara bıraktı.
Daha önce hiç kimseyle hissetmedikleri ama bir hayli tanıdık,
içlerini usulca saran bu sıcaklık
kalplerinde bir fısıltıya dönüştü.
Ve o fısıltı, kelimelerden önce geldi…
Sadece bakışlarda değil,
dokunmayan parmak uçlarında,
aynı anda duydukları bir kuşun kanat çırpışında,
yürüdükleri toprağın sessizliğinde yankılandı.
Onlardan biri — belki kadın, belki adam —
bir adım attı,
ama bu adım bedene değil,
tam kalbin ortasınaydı.
Kalpten kalbe atılan bu ilk adım, sonsuzluğun yolunu çizmişti bile…
"Ben buradayım..."
dedi bir ses,
ama duyulmadı kulakla.
Hissedildi yalnızca.
Ve diğeri cevap verdi:
"Ben de hep buradaydım."
İşte o an…
ilk fısıltı bir yemin oldu.
Sözsüz bir anlaşma gibi…
Ne geçmişin gölgeleri vardı artık,
ne de geleceğin korkuları.
Sadece o an,
ve o fısıltının içindeki
hakiki biz vardı.

Aşkın İlk İzleri – 6. Bölüm:
"Kalbin Gölgesinde"
Ormanın derinliklerinde, rüzgârın bile sessizliğe saygı duyduğu bir noktada…
İki beden, ama bir kader karşı karşıya duruyordu.
Biri, yüzünde zamanın izlerini taşıyan bir yürek.
Diğeri, elleriyle gözlerini siper eden, içindeki fırtınayı susturmaya çalışan bir başka yürek.
Yüzleşme yoktu orada.
Suçlama da yoktu.
Sadece anlaşılmış, yaşanmış ve artık bırakılmış bir geçmiş vardı aralarında.
Ve o an…
İkisinin gözleri buluşmasa bile, ruhları göz göze geldi.
Biri, “Artık seni anlıyorum,” dedi dokunmadan.
Diğeri, “Ben zaten hep seni bekledim,” dedi nefes almadan.
Aşk orada bağışlamaya dönüşmedi, çünkü aşk zaten affetmişti.
Aşk orada konuşulmadı, çünkü aşk zaten yaşanmıştı.
Ve özgürlük…
İşte tam orada, o sessizlikte doğdu.
Çünkü bazen özgürlük, sadece gitmene izin vermek değil…
Kalmasına rağmen bağlamamaktır.
Güven, açıklık ve içtenlik… aşkın en yalın, en çıplak hâlidir.